KİTAPTAN BİR ÖYKÜ

İskeçe Öyküsü

Bir Şehzade Masalı

Bir zamanlar Rumeli’nin doğusunda, bereketli topraklarında altın sarısı tütünlerin yetiştiği, derelerin gürül gürül aktığı İskeçe şehri varmış. Bu şehir, diğer Rumeli şehirleri gibi çeşitli dillerin ve dinlerin huzur içinde yaşadığı çok renkli bir mozaikmiş. İki tarafında kavak ağaçlarının boy attığı dere boyundaki büyük konakta Halil Ağalar otururmuş. Bu konak onlara, yaklaşık beş yüz yıl önce Karaman yöresinden İskeçe’ye gelip yerleşen atalarının soyundan kalmış. İskeçe’deki taş konağın son ağası Halil Ağa, Yenice çiftliğinin kızı Firdevs Hanım’la dillere destan bir düğünle evlenmişler. Düğünde babası Hasan Ağa, güzel gelininin boynuna ağır beşibiryerdeler, annesi Feride Hanım ise omzuna kadar değen, kuşlarla bezenmiş elmas küpeler takmışlar. Evliliklerinin üzerinden uzun bir süre geçmiş, fakat çocukları olmamış. Derdini kimseye söylemese de bu duruma çok üzülüyormuş Halil Ağa, bir çocuk hasretiyle yanıp tutuşuyormuş! Adaklar adanmış,  dualar edilmiş. Nihayet yedinci yılın sonunda nur topu gibi bir erkek çocukları dünyaya gelmiş. Düğün bayram etmişler…

Yaşlı dede, boncuk mavisi bir velensaya(*) sarılı torununu kucağına alıp bebeğin kulağına ezan okumuş önce, sonra da: “Senin adın İbrahim!” diyerek üç kez seslenmiş. Bir erkek çocuğunun olması, en büyük özlemiymiş Halil Ağa’nın. Dünyalar onun olmuş. Bir çocuk sahibi olmakta geciktikçe duyduğu üzüntü, İbrahim’in doğmasıyla sevince dönüşmüş. Babası ona “Şehzadem!” diyormuş.

(*)Velensa: Koyunyününden örülmüş, yüzü tiftik postu gibi serçe parmağı uzunluğunda boğumlarla kaplı bir tür battaniye.

İskeçeli Halil Ağa’nın babası Hasan Ağa
İskeçeli Halil Ağa’nın babası
Hasan Ağa

O yıllar, bir Rumeli ağası atsız, silahsız gezmezmiş. Halil Ağa da soyunu devam ettirecek oğlu henüz büyümeden ata binmeyi, silah kullanmayı öğretmiş ona. İbrahim hızla gelişiyor, boyca akranlarını geçiyormuş. Sünnet çağı geldiğinde, günler öncesinden hazırlıklar yapılmış. İbrahim’e sünnet kıyafeti, aile büyüklerine birbirinden güzel kumaşlar, hatta çiftlikte çalışanların çocuklarına da yeni sünnet kıyafetleri almış Halil Ağa. İbrahim onlarla birlikte sünnet edilecekmiş.

 Düğün günü aşçılar gelmiş, kazanlarla yemekler pişirilmiş. Büyükanne Feride Hanım, kendi elleriyle Kaz Dolması yapmış biricik torununun sünnetinin şerefine. Çevrede pek ünlüymüş onun yaptığı yemekler. Kaz, yağlı bir hayvan olduğu için pirinç yerine bulgur kullanıyormuş. Tabii o zamanlar ankastre fırınlar yokmuş, mutfaktaki kuzineye koymuş tepsileri. Kazın yağları eriyip baharatlı bulgura karıştıkça mis kokular sarmış mutfağı. Bir de kaz ciğeriyle “Tirit” yapmış ki insana parmak yedirtecek türden! Firdevs Hanım da İbrahim’in çok sevdiği İskeçe’nin ünlü  “Pirinç Pidesi”ni pişirmiş.  Daha neler neler…

Sünnet Düğünü’ne akrabalar, beyler, ağalar hep gelmiş. Günlerce çalınıp söylenmiş, bol bol yenilip içilmiş.  Rumeli düğünlerinde adet olduğu üzere at yarışları, pehlivan güreşleri düzenlenmiş. İbrahim’in omuzları, baş yastığı sarı sarı liralarla bezenmiş…

O yıl iptidai’ye, ilkokul’a, başlayan İbrahim, çalışkanlığıyla hemen kendini tanıtmış. Okuma yazmanın yanı sıra hesap hendese, tarih, coğrafya dersleri görmüş. En çok da hesap hendese derslerini severmiş.

Güzel giyinmeyi, iyi yaşamayı seven Halil Ağa, ülkenin gidişatını da yakından izlermiş. Büyük konaklarında hep Çarşamba akşamları toplanılır, siyasi olaylar konuşulur, dini sohbetler yapılırmış. İskeçe’nin ileri gelenlerini, aydın kişilerini ve Molla* Kasım’ı konağın “selamlığında” ağırlarmış Halil Ağa. Molla Kasım, dini bilgilerine güvenilen, hurafelerden uzak bilge bir kişiymiş. Yalnız erkekler değilmiş konağa gelen, Firdevs Hanım da “haremlikte” kadınları ağırlarmış. Evin şehzadesi zeki mi zeki İbrahim, Molla Kasım’ın kocaman sarığını, uzun siyah cübbesini, sağ elindeki Kuran’ını, nehir yolu gibi dingin bembeyaz sakalını gördüğünde Allah geldi sanırmış.

 

Konağın mavi dekore edilmiş selamlığında mavi çinili, haremliğinde pembe çinili soba dururmuş. Tabii o yıllar kalorifer yok, konakta çalışanlardan biri sadece sobaları yakmakla görevliymiş. Gürül gürül yanan mavi çinili sobanın etrafında derin mevzular konuşulurmuş. Kimse kimsenin sözünü kesmezmiş. Dede Hasan Ağa, az konuşur çok dinlermiş. Onlar sohbete dalarken, küçük İbrahim elinde hesap hendese kitapları, rakamlarla uğraşır, problemler çözermiş.

O dönemde Rumeli’deki Türkler arasında okuyan insan sayısı azmış. Hukukçular, bankacılar daha çok azınlıklar arasından çıkıyormuş. Halil Ağa ve eşi Firdevs Hanım, İbrahim’in okumasını istiyorlarmış. Çocukları resmi bir yerde çalışmasa bile aydın, bilgili bir kişi olmalıymış. Onların varlıkları zaten yetermiş oğullarına. Hem de Selanik’te okumalıymış İbrahim! Osmanlı’nın gözbebeği Selanik kültür şehridir, o dokumadan yararlanmalıdır çocukları…

Şehzadesinden ayrılmak zor olsa da yüreğine taş basmış babası.  Halil Ağa, İbrahim’i de yanına alıp birlikte Selanik’e gitmişler. Selanik Rüştiyesi’ne (ortaokul) yazdırırken oğlunu az daha gözyaşları boşanacakmış; ama tutmuş kendini yine de! Dile kolay, üç yıl sürecekmiş sevgili oğlunun yatılı okul hayatı… Ayrılırken:

 “ Annene de bana da senden ayrılmak çok zor gelecek. Okuman için bu ayrılığa razı olduk. Ancak senden gelecek güzel haberlerle teselli bulacağız. Bizi mektupsuz bırakma!” demiş.

O yıllar, Rumeli’de eski huzur kalmamış. Balkanlardan yayılan ulusçuluk akımları sonucu azınlık halklar her an Osmanlı’ya baş kaldırmaya hazırdır artık. Makedonya dağları çetelerle dolar. Beş yüz yıldır bu topraklarda kök salan Osmanlı Devleti’ni atmak istiyorlarmış. Selanik’te Rum, Bulgar komitacıları, tüfek omuzlarında, fişeklikleri omuzdan bele çapraz, tabancaları, bıçakları kuşaklarında çalımlı çalımlı dolanıyorlarmış. Adam kaçırma, Osmanlı Devleti’nden fidyeler alma duyuluyormuş sık sık. Devlet, gün geçtikçe zayıflıyormuş.

 Bu ortamda üç yıl yatılı okuduktan sonra İbrahim, rüştiyeyi bitirmiş. Halil Ağa, oğlunun mezuniyetini kutlamak için Selanik’e gelmiş. Şehzadesinin bıyıkları terlemiş, delikanlı çağındaymış artık… En seçkin malların satıldığı büyük bir mağazaya gitmişler. İngiliz kumaşından takım elbiseler, bir çift siyah ayakkabı, gömlekler, kravatlar almışlar İbrahim’e.

(*) Molla: Osmanlıcayı iyi yazan ve anlayan insana “Molla” denirmiş. O zamanlar, okuyan ve yazan sayısı çok az olduğu için Mollalara çok değer verilir, onlardan akıl alınırmış.    

Vişneçürüğü renginde bir fes almayı da ihmal etmemişler. O gün öğle yemeğini Selanik’in en güzel lokantalarından birinde yemişler. Halil Ağa, çoktandır bu günü bekliyormuş. Oğlunun ilk içkisini onunla birlikte içmesi özlemiymiş. İçki kültürünü kendisinden öğrenmesini istiyormuş. Babası rakısını, oğlu ilk kez birasını içmişler. İbrahim, çocuk yerine konulmadığının ayrımına vardıkça babasına daha çok bağlanıyormuş. Ertesi gün, Platanes Meydanı’nda dolaşmışlar, limana gidip gemileri izlemişler, deniz kıyısında yürümüşler. Saati geldiğinde trene binip Selanik’ten ayrılmışlar.

O zamanlar Osmanlı’da, yeni yetişen bir gencin okul başarısının yanında bir müzik aletini de çalması çok takdir görürmüş. İnsanlar, en çok da udun sesinden hoşlanıyormuş. Yeniliğe açık babası, biricik şehzadesine, derslerini ihmal etmemesi koşuluyla, üstü sedef kakmalı bir ut almış ve bu konuda önerilen bir hocayla anlaşmış. İbrahim, müzikte de yetenekli ve hevesliymiş.  Eğitimi hızlı olmuş. Hocasını can kulağıyla dinliyor, öğrendikçe udunu elinden düşürmek istemiyormuş. Hem pek güzel çalıyor, hem de berrak sesiyle udunun tellerine eşlik ediyormuş.

O yaz İbrahim bir serpilmiş, bir büyümüş, yakışıklı mı yakışıklı bir genç olmuş. Teni buğday,  boyu uzun, ince ve kibar yapılıymış. Kestane rengi gür saçları başını taçlandırır, saçlarıyla aynı renk gözlerinden bir tutam sevgi ışıldarmış. Ailesinden aldığı görgüyle ölçülü ve alçakgönüllüymüş. Acı söz etmeyi sevmez, kimsenin kalbini kırmaz sözünü de dinletirmiş. Semtin kızları hayranmış İbrahim’e.  Bir de uduyla:

“Çıkayım gideyim Urumeli’ne / Arzuhal vereyim Beylerbeyi’ne” şarkısını çalıp yanık sesiyle söylemeye başladı mı Rum kızları koşup gelirlermiş onu dinlemeye. Hele Despina ve Marika… İkisi de âşıkmışlar İbrahim’e! Konaktan hiç çıkmak istemezlermiş. Şehzademizin ilgisini çekebilmek, Firdevs Hanım’ın gözüne girebilmek için birbiriyle yarış ederlermiş. İbrahim’le evlenmeyi, bu güzel konağa gelin gelmeyi hayal ederler, güvercin ayağıyla haber uçururlarmış ona. Ama o kimseye yüz vermez, gönlünü çelecek bir ceylanı beklermiş.

Zamanı geldiğinde, İbrahim lise öğrenimini görmek üzere “Selanik İdadisi”ne yazılmış. Üç yıl süren yatılı hayatı boyunca çok çalışmış, kendini pek güzel yetiştirmiş. Farklı insan kumaşları ve kültürleriyle zenginleşmiş. Dört lisanı da konuşabiliyormuş: Rumca, Arnavutça, Sırpça ve anadili Türkçe. En sevdiği sıra arkadaşı Mori Şinas’a hesap hendese derslerinde yardımcı olmuş. Tevfik Fikret ve Namık Kemal’in şiirlerinin hayranıymış. Ama ailesinin özlemi de içini yakarmış hep. Eline bir fırsat geçer geçmez pupa yelken açıyormuş İskeçe’ye…

Halil Ağa, idadiyi bitiren oğlunu ödüllendirmek için gelmişti Selanik’e. Şehzadesi genç bir adammış artık onun gözünde. Yine kentin en büyük mağazasına uğramışlar. Yelekli takımlar, ayakkabılar almışlar İbrahim’e. Beyaz ipekle dokunmuş gömleğinin üzerine, ince yün dokuma lacivert takımı giydirip takımın renginde ipek kravat takmışlar. Ceketinin cebine beyaz ipek mendili öylesine güzel yerleştirmişler ki sanırsınız yaprakları tek tek açmış bir beyaz gül…  Elindeki kısa baston da aksesuarıymış onun!  Başına lacivert bantlı fötr şapkayı da takınca tam bir masal şehzadesi olmuş İbrahim. Babası ona bakmaya doyamıyormuş. Selanik kızları oğluna hayran olacakmış…

1920, İskeçe. Halil Ağa (Koltukta oturan ), oğlu İbrahim (Sağ baştaki) ve iki akrabası

1920, İskeçe. Halil Ağa (Koltukta oturan ), oğlu İbrahim (Sağ baştaki) ve iki akrabası
1920, İskeçe. Halil Ağa (Koltukta oturan ), oğlu İbrahim (Sağ baştaki) ve iki akrabası

Selanik…Ah Selanik…Eşkıya yatağı Makedonya’nın merkezi  olmasının yanında bir yandan da çok renkli  bir kentmiş Selanik. Rumeli şehirleri arasında belki de en ilginci, en bulanığıymış.  Her şey varmış orada… Zevkin, eğlencenin de en yoğun yaşandığı yermiş.  Avrupa’nın büyük kentlerinden gelen revü toplulukları, Manastırlı saz grupları, güzel sesli şarkıcılarla coşkunun doruğuna erişirmiş zengin ve hovarda Rumeli beyleri ve ağaları. Kentte her keseye göre eğlence imkânı varmış, ışıklı ve gösterişli gazinolar da daha gösterişsiz yerlerdeki eğlence yerleri de,.. Envai çeşit eğlentisiyle her erkeğe davetiye çıkarırmış. Baba oğul, o gece lüks bir gazinoda yemişler, içmişler, eğlenmişler, İbrahim’in mezuniyetini rakı kadehlerini kaldırarak kutlamışlar. Ertesi gün de İskeçe’ye dönmüşler.

Bal rengi ahşaptan yapılmış, pirinç tokmağı güneşte parıldayan, iki kanatlı, yüksek ve geniş bahçe kapısından içeri girdiklerinde heyecanlıymış kıymetli oğul. Avluda pırıl pırıl cilalı, son model, siyah bir Ford araba onu bekliyormuş. Babasının ona idadiyi bitirme hediyesiymiş. Halil Ağa, arabanın anahtarını biricik şehzadesine verirken:

“Hayırlı olsun, Allah kazasız belasız kullanmak nasip etsin. Bundan sonra birlikte çalışacağız, sen benim sağ kolum olacaksın. Avrupa’yla iş görecek derekelere ulaşacağız,” demiş. İbrahim, artık yetişkin bir erkek olmanın kendisine verilen değerin sevinciyle teşekkür etmiş babasına.

Sonraki günlerde baba oğul birlikte çalışmaya başlamışlar. İşin inceliklerini öğrenmeye hevesli idealist oğul, babasının anlattıklarını bir bir aklına yazıyormuş.  Halil Ağa, Şehzadesini önce Yenice’ye sonra da Kavala’ya tütün alımlarına göndermiş. Bu yöreler çok zengin tütün yatağıymış. Farklı insan kumaşlarıyla, ticaret şekilleriyle zenginleşmesini istiyormuş.

Gittiği yerlerde İbrahim’i rahat bırakmamışlar, herkesten gizli cazip teklifler uçuruvermişler ona. Gel gör ki onun aklı fikri İskeçe’deymiş. Babasıyla birlikte Avrupa’yla iş yapabilecek derekelere ulaşmak için yanıp tutuşuyormuş. İşlerini bitirir bitirmez yine pupa yelken açmış İskeçe’ye…

1922, İskeçe. İbrahim artık yetişkin bir erkektir
1922, İskeçe. İbrahim artık yetişkin bir erkektir

Yaptığı işe saygısı öyle çokmuş ki İbrahim’in atalarının izini sürmüş, ruhunu koklamış. Tütün kültüründen beslenen ruhuyla Avrupa’ya sattığı tütünler, ayakta alkışlanmış. Şehzadesinin başarılarını gördükçe Halil Ağa’nın yüreği, o güne kadar hiç duymadığı bir kıvançla dolup taşmış. Birkaç yıl daha geçti mi Avrupa tütün tüccarları paylaşamayacaklarmış onun aslan oğlunu!..

Bu arada Rumeli’de ve Anadolu’da neler olmuş… Gökyüzü kapkara bulutlarla kaplanmış. İlk gelen kara bulutun adı “Balkan Savaşlarıymış.” Selanik, tek kurşun sıkılmadan Yunan’ın olmuş. Osmanlı, bütün cephelerde yenilmiş ve Balkanlar’daki topraklarının neredeyse tamamını kaybetmiş. Düşmanlar, aç kurtlar gibi paylaşmışlar aralarında! Hatta doymamışlar da toprak kavgası yüzünden birbirleriyle savaşmışlar. 500 yıldır Rumeli’nin efendisi olan Müslüman Türkler azınlık durumuna düşmüşler. Batı Trakya’da bulunan İskeçe, Yunanistan’ın sınırları içinde kalmış. Adı da Xsanthi olmuş şehrin. Ne dram değil mi?

Bir yıl sonra gelen kara bulutun adı ise “Birinci Cihan Savaşı!”  Selanik’ten doğan güneş, Çanakkale Savaşı’nda gösterdiği kahramanlıklarla Mustafa Kemal adını yüreklere yazdırmış. Hayat devam ediyormuş…

Günlerden bir gün, menekşe gözlerin yaşam kattığı masalımıza bir ceylan çıkagelmiş. Ben diyeyim huri, siz deyin ahu… Tıpkı bir ceylan gibiymiş Naciye! İbrahim’le Çay dere kenarında rastlaşmışlar ilk kez. Mevsim baharmış. Ay parçası gibiymiş Naciye. Pembe beyaz yüzü, gamzeli yanakları, sarı uzun saçları varmış. Yürüdükçe, belini dövüyormuş saçlarının bukleleri.  İbrahim’in kalbi gümbür gümbür atmaya başlamış! “Yıllardır aradığın bu!” diyerek şarkı söylüyormuş yüreği…

İbrahim, kibarca selamlamış kızı. Güzel kız da mahcup bir gülümsemeyle karşılık vermiş. Bu yakışıklı, güzel giyimli ve kibar delikanlıyı gördüğü anı hiç unutamamış Naciye. Ertesi gün aynı saatte, aynı yerde yine karşılaşmışlar. İkisinin de beklediği anmış bu. Kuytu bir yerde bir sedir ağacı altına oturup konuşmuşlar. Buluşmalar, buluşmaları kovalamış… Sevdalanmışlar birbirine.  Evlenmeye karar vermişler. İbrahim, gönlünün ceylanını bulmuş…

Ezan sesleri arasında kıyılmış nikâhları. Yakışıklı damat İbrahim,  o dönemin modası İngiliz kumaşından iyi dikilmiş giysileri, ipek gömleği, ceketinin cebindeki gül yapraklarını andıran mendili ve incili kravatıyla beyaz atlı prensiymiş Naciye’nin. Halil Ağa da şıklıkta sevgili oğlundan geri kalmıyormuş. Selanik terzilerinden giyinmişler.  Baba oğul değil de sanki iki arkadaş gibiymişler.

Naciye, narçiçeği renginde, şal deseni altın tellerle işli Bindallı giymiş.  Bir peri kızı gibiymiş! Gören “Maşallah!” çekiyormuş. Keman kaşlarının altında ışıldayan ela gözleriyle bir tutam mutluluk saçıyormuş… Firdevs Hanım şık bayan misafirleri haremlikte ağırlıyormuş.  Kahverengi güller ve yapraklarla bezenmiş altın sarısı ipek elbisesi de pek yakışmış beyaz tenine!

1924,  Yunanistan’ın İskeçe kazası.  İbrahim bir tütün kontrolü anında…
1924,  Yunanistan’ın İskeçe kazası.  İbrahim bir tütün kontrolü anında…

Konağın ön bahçesine masalar kurulmuş, seçkin davetliler günlerce neşe içinde bol bol yiyip içmişler. Kadehler hep İbrahim için kaldırılmış, erik rakıları bir dolup bir boşalmış. Garsonlar hizmette  kusur etmemişler; envai çeşit mezeler, birbirinden leziz yemeklerle donatılmış  masalar. Hazırlanan sahnede sazlar çalmış, şarkıcılar söylemiş! Halil Ağa’nın yıllardır hayalini kurduğu günmüş Şehzadesinin düğünü.

İbrahim’le Naciye’nin düğünü kırk gün kırk gece devam etmiş. Yakışıklı damadın omzuna değen aslan yelesi gibi gür, kestane rengi saçlarını berberler saz heyeti eşliğinde bir haftada ancak kesebilmişler. Bahşişe doyulur mu hiç!

Eğlenceler bitmiş; ama mutlulukları bitmemiş genç çiftin. Birbirini keşfettikçe daha çok sevmişler. İbrahim, sevgili eşine uduyla romantik şarkılar çalıp söylerken Naciye de kocasına bir çocuk saflığı çerçevesinde şiirler yazmaya başlamış. Çok geçmeden Naciye’nin hamile kalmasıyla çoğalmış mutlulukları. Büyük ailede herkes, kendi payına düşen mutluğun sarhoşluğu içindeymiş. Hele Halil Ağa, şehzadesinden bir torun sahibi olacağını düşündükçe içi içine sığmıyormuş…

Ancak kader ağlarını savaştan yana örmeye başlamış yine! Anadolu’da gökyüzü kara bulutlarla kaplanmış…”Yunanistan ordusunun İzmir’i işgaliymiş” adı! Yunan hükümeti, Türklerden de asker topluyormuş. Halil Ağa, Şehzadesi’ni Anadolu’ya gönderilecek Yunan Ordusuna göndermemek için Yunan Hükümeti’nin şart koştuğu bin Drahmi’yi hemen ödemiş.

Ancak birkaç ay geçtikten sonra Naciye’nin sağlığı bozulmaya başlamış. Nazara mı gelmişler ne?..Vücudu şişmiş, benzi sararmış, gözlerinin altında ise mor halkalar… İbrahim, en ünlü doktorlara göstermiş Naciye’sini, hepsinin de teşhisi aynı olmuş:  “Albümin!”

Yasaklar koymuşlar güzel geline. Vakti saati geldiğinde doğum sancıları başlamış Naciye’nin. Uzun ve kaygılı bekleyişler bitmek bilmiyormuş. Adaklar adanmış, dualar edilmiş! Sonunda minik bebek, yolunu bulmuş ve dünyaya “Merhaba!” demiş.

Dede Hasan Ağa, tıpkı torunu İbrahim dünyaya geldiğinde yaptığı gibi bebeği kucağına alıp kulağına ezan okumuş ve ardından “Senin adın Nihat” diye üç kez seslenmiş.  Böylece Nihat bebek, altıntopu olmuş Halil Ağa Ailesi’nin!

Bir yıl sonra yine hamile kalmış Naciye. Oysa doktorlar yasaklamışlar ona hamileliği! Yine aynı hastalık, yine aynı kaygılar! Doğum zamanı gelmiş, fakat doğum bir türlü gerçekleşmiyormuş. Doktorlar boncuk boncuk ter döküyor, Naciye’yse canı pahasına çocuğunu dünyaya getirmeye çalışıyormuş. Nihayet bebeğin ağlama sesleri duyulmuş!  Ama güzel Naciye daha fazla dayanamamış! Menekşe gözler, hiç açılmamak üzere kapanmış…

İbrahim, sevgili Naciye’sini kaybetmenin hüznüyle kucağına almış yeni doğan oğlunu! Bebeğin adını Sedat koymuşlar…

Ancak bu iki güzel bebek de ömürsüz çıkmış. Annelerinin ardından arka arkaya kaybetmişler onları da…

Herkes kendi kaderini yaşıyormuş bu dünya üzerinde…

Batı Trakya Türklerinin de kaderi, Yunan ordusunun Anadolu’da bozguna uğramasından sonra hep kıyım, hep acı olacakmış… Yenilginin sebebi sanki Rumeli Türkleriymiş gibi savaş çağının kurbanı ilan edilmişler! On senedir uyuyan kin ve nefretleri yeniden uyanmış! Ve başlamış adam öldürmeler, ev basmalar ve “Türkler dışarı!” politikası…Rum ve Bulgar çeteleri hayatı zindan etmiş onlara!

İbrahim ve büyük ailesi çok zor koşullarda anavatana gitmeyi başarsalar da memleketlerinde geçirdikleri günleri hep özlemle anmışlar:

“Ah bizim güzel İskeçe’miz!”, “Ah bizim Rumeli’miz!”  diye hep sayıklamışlar memleketlerini…

Anılarını hiç unutmamışlar. İbrahim her yeni yılda, ölen bebeklerinin hasretiyle yaşlarını hesaplar ve:

“Çocuklarım Nihat ve Sedat yaşasalardı onları doktor yapacaktım,”  dermiş.